Kardiyoloji Anabilim DalıKardiyoloji Anabilim Dalına ait kolleksiyonları içerir.http://hdl.handle.net/11446/142024-03-28T08:50:53Z2024-03-28T08:50:53ZKRONİK OBSTRÜKTİF AKCİĞER HASTALIĞININ EŞLİK ETTİĞİ İSKEMİK KALP HASTALIĞI OLAN HASTALARDA ASPİRİN DİRENCİNİN SIKLIĞININ BELİRLENMESİDemiröz, Önderhttp://hdl.handle.net/11446/12532020-11-15T12:40:48Z2016-01-01T00:00:00ZKRONİK OBSTRÜKTİF AKCİĞER HASTALIĞININ EŞLİK ETTİĞİ İSKEMİK KALP HASTALIĞI OLAN HASTALARDA ASPİRİN DİRENCİNİN SIKLIĞININ BELİRLENMESİ
Demiröz, Önder
Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı (KOAH) her yıl dünyada 3 milyon kişinin ölümüne sebep olan bir mortalite ve ve morbidite nedenidir. Önümüzdeki 15 yıl içerisinde KOAH sebepli mortalitenin %50 artacağı tahmin edilmektedir. KOAH aynı zamanda kardiyovasküler hastalıklar için de risk faktörüdür bu hastalıkta mortalitenin %20-50'sinin kardiyovasküler nedenli olduğu gözlenmiştir. Son zamanlarda yapılmış bir çok popülasyon tabanlı çalışmada sigara kullanımı, yaş ve cinsiyetten bağımsız olarak KOAH'ın kardiyovasküler hastalıklar için bağımsız bir risk faktörü olduğu görülmüştür. Bu birlikteliğin altında akciğer parankiminde düşük düzeyde devamlı inflamasyona bağlı artış gösteren IL-6, IL-1β, IL-8, TNF-α gibi sitokinlerini sistemik dolaşıma "sızıntısı" ve sistemik inflamasyonun arteriyel yatağa verdiği zarar yatmaktadır. Her iki hastalıkta da kronik inflamasyon rol oynamaktadır ve KOAH hastalarında kullanılan sistemik kortikosteroid tedavisi ve statin tedavilerinin kardiyovasküler mortaliteye etkileri araştırılmaktadır. Bunun yanında hiperkoagülabilite, trombosit aktivasyonu, hipoksi ve oksidatif stresin artışı da vardır. İnflamatuvar süreçlerde etkin C reaktif proteini (CRP), vasküler endotelyal büyüme faktörü (VEGF), sürfaktan proteini D, ekspiryumda nitrik oksit (eNO) ve nükleer faktör (NF) κβ ekspresyonu gibi parametreler KOAH hastalarında bazalde ve akut ataklar sırasında yüksek bulunmuştur. Aspirin direncinin net bir tanımı olmamakla birlikte farmakolojik olarak COX-1'e bağımlı tromboksan üretiminin standart dozda (75-300 mg/gün) asetil salisilat tarafından yetersiz inhibisyonu olarak tanımlanmaktadır. Direncin altında yatan olası mekanizmalar yetersiz biyoyararlanım, ibuprofen, indometazin gibi ajanlar ile COX-1 kanalına bağlanmadaki yarışma, COX-1 sensitivitesinde azalma, bu enzimdeki gen polimorfizmi, aspirinden bağımsız mekanizmalarla trombosit aktivasyonu (ADP, shear stress) ve tromboksan üretiminin COX-1'den COX-2 bağımlı mekanizmaya geçişidir. İnflamatuvar olaylarda aspirin direncinin arttığı bilinmektedir ve bunun altında asetil salisilattan bağımsız olan COX-2 yolağının aktivasyonu yatmaktadır. Asetil salisilat direncini ölçmek için kesin ve direkt bir yöntem olmamakla birlikte trombosit agregasyonunun ölçülmesi üzerinden bakılan Born metoduna dayalı sistemler (PFA-100®, VerifyNow®, MultiPlate®) kullanılmaktadır. Diğer bir yöntem ise idrarda tromboksan metabolitlerinin ( 11-β dehidrotromboksan B2) bakılmasıdır (AspirinWorks®). Agregasyon ölçüm metodları sıcaklık ve hidrojen iyonu konsantrasyonundan fazlaca etkilendiklerinden idrar metaboliti bakılmasına göre klinik sonuçlarla teknik olarak daha zordur ve sonuçların doğruluğu her zaman söz konusu olamamaktadır. İdrarda tromboksan metabolitlerinin bakılması ise COX-1 enzim aktivitesinin direkt ölçütü olup noninvaziv bir yöntem olması açısından üstündür. İdrar metabolitlerinin ölçülmesi ayrıva trombosit agregasyon yöntemlerine göre klinik sonuçlarla daha anlamlı korelasyon göstermiştir. KOAH hastalarında devam eden inflamasyonun aynı zamanda koroner arter hastalığı olan hastalarda asetil salisilat direncini arttıracağı ve bu hastalarda artmış riskle sonuçlanacağı düşünülmektedir.
Amaç
Araştırmanın birincil amacı iskemik kalp hastalığı (İKH) bulunan KOAH hastalarında asetil salisilat direncinin sıklığının belirlenmesidir.
8
Metod
Araştırma için İstanbul Bilim Üniversitesi Şişli Florence Nightingale Hastanesi kardiyoloji ve göğüs hastalıkları kliniklerine ayaktan başvuran, bilinen arteriosklerozu (karotis arter hastalığı, koroner arter hastalığı, periferik arteriyel hastalık) olan ve terapötik dozda asetil salisilat (75-300 mg/gün) kullanan hastalardan KOAH'ı olan 100 kişi hasta grubu olarak ve KOAH'ı olmayan 100 hasta kontrol grubu olarak alınmıştır. KOAH tanısı solunum fonksiyon testinde FEV1/FVC'nin beklenenin %70'inin altında veya FEV1 değerinin beklenenin %80'inin altında olmasıyla konulmuştur. Hasta seçimi yaş ve cinsiyet açısından tabakalı örnekleme sonrasında basit rastgele seçim ile yapılmıştır. Daha sonra gruplara alınan hastalar demografik özellikler (kardiyak risk faktörleri, sigara kullanımı ve miktarı, ailede KOAH ve kalp hastalıkları öyküsü, ilaç kullanımı) açısından sorgulanmış, inflamasyon düzeyinin tespiti için alınan kan örneklerinde lökosit düzeylerine bakılmış, asetil salisilat direncinin tespiti için çalışma merkezinde kullanılan Multiplate® yöntemi kullanılmıştır. Hastaların asetil salisilat direncinin üzerinde KOAH ve kronik inflamasyonun etkisi SPSS 13 istatistik programı ile değerlendirilmiştir. Araştırmadan dışlanma kriterleri mevcut romatizmal veya KOAH dışı kronik inflamatuvar hastalık, aktif enfeksiyon, trombositopeni, esansiyel trombositoz varlığı, kalıtsal trombosit fonksiyon bozukluklarının varlığı, indometazin, ibuprofen, metamizol kullanımı olarak belirlenmiştir.
Sonuç:
Yapılan araştırma sonucunda iskemik kalp hastalığına KOAH'ın eşlik ettiği durumlarda aspirin direncinde anlamlı bir artış gözlenmemiştir (p>0,05).; Introduction
Chronic obstructive pulmonary disease is a leading cause of mortality and morbidity with 3 million deaths worldwide. It is estimated that mortality caused by COPD will rise 15% in the upcoming 15 years. COPD is also an important risk factor for ischaemic heart disease and it is observed that 20-50% of mortality in this disease is caused by cardiovascular events. In the recent years a lot of studies has shown that COPD is an independent risk factor for cardiovascular diseases even after excluding the effects of cigarette smoking, older age and sex. This coexistence is based on the common inflammatort pathways the two diseases share, such as IL-6, IL-1β, IL-8, TNF-α, which are elevated in this disease. Chronic inflammation plays a role in both conditions and the effects of statins in cardiovascular diseases and steroids in COPD are both popular investigation subjects in this aspect. In addition to these, hypercoagulability, platelet activation, hypoxia and elevated oxidative stress exist in this COPD. Acetyl salicylate resistance is defined as lack of antiplatelet effect despite the use of standart dose acetyl salicylate (75-300 mg/day). Possible mechanisms under this condition are inadequate bioavailability, competition for attachment to the COX-1 channel with agents such as indomethacin, ibuprofen, platelet activation with mechanisms independent of acetyl salicylate (ADP, shear stress) and the shift of thromboxane production from COX-1 to COX-2 isoenzyme. It is known that in inflammatory conditions resistance to acetyl salicylate is increased. There is no definite way
9
to measure acetyl salicylate resistance but systems that are based on Born method are used to assess platelet aggregation (PFA-100®, VerifyNow®, MultiPlate®). Another method to measure aggregation is looking for thromboxane metabolites( 11-β dehidrotromboksan B2) in urine (AspirinWorks®). Ongoing inflammation in COPD is thought to be associated with increased acetyl salicylate resistance which causes cardiovascular events.
Purpose
The aim of this study is to evaluate the frequency of acetyl salicylate resistance in patients with ischaemic heart disease and COPD.
Method
200 patients with ischaemic heart disease, in which COPD is coexistent in 100 patients, were taken in the study. Patients were enrolled from the cardiology and pulmonary medicine polyclinics in Şişli Florence Nightingale Hospital of İstanbul Bilim University. Diagnosis of COPD was made with a FEV1 level less than 70% and FEV1/FVC level less than 80% in pulmonary function test. Patient enrollment was made with simple random recruitment. After that patients were taken into a questionaire for demographic variables (cardiac risk factors,family history, drug usage), blood samples were taken for acetyl salicylate resistance and leucocyte levels. Multiplate® method was used for the assessment of resistance. The level of association was defined with SPSS v.13 statistics programme. Exclusion criteria were rheumatologic, inflammatory conditions other than COPD and IHD, active infection, thrombocytopenia, essential thrombocytosis, hereditary platelet function abnormalities, use of indomethacin, ibuprofen, metamizole.
Result:
The coexistence of COPD in IHD patients does not lead to a significant increase in acetyl salicylate resistance (p>0,05
İstanbul Bilim Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı
2016-01-01T00:00:00ZVDD ve DDD pacemaker implante edilen hastaların uzun dönem sol ventrikül sistolojik fonksiyonlarının ekokardiyografik ve elektrokardiyografik parametrelerinin karşılaştırılmasıUsalp, Songülhttp://hdl.handle.net/11446/8332020-11-15T12:40:35Z2015-01-01T00:00:00ZVDD ve DDD pacemaker implante edilen hastaların uzun dönem sol ventrikül sistolojik fonksiyonlarının ekokardiyografik ve elektrokardiyografik parametrelerinin karşılaştırılması
Usalp, Songül
Amaç: VDD pacemaker sistemi, atriyoventriküler blok varlığında atriyal sensing yapıp ventrikülü uyararak atriyoventriküler senkron çalışmayı sağlayan, tek lead ve bataryadan ibaret pacemaker sistemidir. DDD pacemaker sistemi ise AV bloklu hastalardaki bu görevi çift elektrod yardımıyla yapmaktadır. Lead teknolojisinde (daha ince leadler, istenen yere fiksasyon, atriyuma direkt temas eden ikinci lead) ve batarya yazılımlarında gelişmelerle birlikte, uzun dönemde atriyal pacing ihtiyacının doğabileceği düşüncesiyle günümüzde DDD pacemaker sistemleri daha çok tercih edilmektedir. Çalışmamızda daha önce VDD pacemaker implante edilen hastaların kayıtlarından hastaların sol ventrikül fonksiyonlarının zamanla değişimini ve klinik seyrini değerlendirerek, DDD pacemaker takılan hastalarla karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 1985-2014 yılları arasında İstanbul Bilim Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim dalı poliklinik ya da acil servislerine başvuran ve çeşitli nedenlerle pacemaker implantasyonu yapılmış 2025 hastadan VDD ve DDD mod pacemaker uygulanan 1238 hasta alındı. Bu hastaların pacemaker öncesi ve uzun süreli takiplerindeki sol ventrikül sistolik fonksiyonları, komplikasyonları, takip süreleri, pacemaker implantasyon öncesi ve sonrası ritimleri, pacemaker bağımlılıkları, pacemaker ile ilgili olabilecek potansiyel sorun ve ek girişimler, kapak sorunları, koroner arter hastalığı ve revaskülarizasyon uygulanıp uygulanmadığı gibi demografik ve klinik gidişle ilgili faktörler değerlendirildi.
Bulgular: VDD ve DDD pacemaker implante edilen hastalar arasında yaş, hipertansiyon, diabetes mellitus, kalp yetersizliği ve koroner arter hastalığı açısından her ki grup arasında anlamlı farklılık yoktu (p>0.05). Ekokardiyorafik veriler karşılşatırıldığında, bazal EF, end-diastolik çap, end-sistolik çap ve ortalama sistolik pulmoner arter basıncı her iki grupta benzerdi. VDD hastalarında LA çapları DDD hastalarına göre biraz daha küçüktü (p=0.05). Hafif – orta ve ciddi olarak sınıflanan mitral yetersizliği oranları arasında her iki grup arasında istatistiksel olarak fark varken, aort yetersizliği oranları her iki grupta benzerdi. VDD hastalarında, pacemaker takılmadan önceki değerlerle karşılaştırıldığında son kontrolde ölçülen ejeksiyon fraksiyonunda anlamlı azalma (p<0.001), LV end sistolik çapı (p<0.001), LA boyutu (p<0.0001) ve sistolik PAB değerlerinde (p<0.008) anlamlı artış saptandı. Kontrol ve bazalde ölçülen LV end diastolik çapında ise anlamlı farklılık
yoktu. Yine DDD hastalarında da, takip süresince ejeksiyon fraksiyonunda anlamlı azalma, LV end diastolik çap, LV end sistolik çapı, LA boyutu ve sistolik PAB değerlerinde anlamlı artış olduğu görüldü (p<0.0001).
Sadece AV tam blok nedeniyle PM implantasyonu yapılan hastalar alınarak yapılan istatistiklerde yine her PM grubunda kontrollerindeki EF’lerde anlamlı azalma tespit edildi (p<0.0001). DDD pacemaker implante edilmiş olan hastalar RVA ve RVNA lokalizasyonlu ventriküler pacing gruplarına ayrılarak karşılaştırıldığında, RVA grubunda olanların ejeksiyon fraksiyonu RVNA grubuna göre daha yüksekti (p<0.05), RVA grubunda pacemaker takılmadan önceki değerlerle karşılaştırıldığında son kontrolde ölçülen ejeksiyon fraksiyonunda anlamlı azalma (p<0.001), RVNA grubunda, pacemaker takılmadan önceki değerlerle karşılaştırıldığında son kontrolde ölçülen ejeksiyon fraksiyonunda anlamlı azalma (p=0.022) mevcuttu.
Takip sürelerinin sonunda ulaşılabilen hastaların son kontroldeki ritmleri değerlendirildiğinde, en fazla sinüs ritminin görüldüğü grup, VDD pacemaker takılan hastalardı. Hastalarımızın uzun süreli takiplerindeki, tamponad, enfeksiyon ve pnömotoraks gibi komplikasyonlara bakıldığında her iki grup arasında fark yoktu (p>0.05). VDD PM implante edilen 7 hastaya (%1.5) takiplerinde DDD PM upgrade yapıldı. Pacemaker implantasyonu sonrası ekokardiyografi ile ölçülen EF’nin % 40 ve % 45’in altı olması ile değerlendirilen sol ventrikül sistolik disfonksiyonu oranları açısından VDD ve DDD pacemaker hastaları açısından anlamlı fark saptanmadı.
Sonuç: Hem VDD hem de DDD pacemaker takılan tüm hasta gruplarında zamanla sol ventrikül EF’de azalma ve LV çaplarında artış olmaktadır. Komplikasyon ve klinik seyir açısından VDD ve DDD modlar arasında farklılık görülmemiştir. Ancak tüm hasta grubuna bakıldığında DDD mod seçiminin avantajı olmadığı gibi, AF açısından ve batarya ömrünün kısa olması gibi dezavantajlar taşıdığı görülmektedir. AV blok olan hastalarda VDD veya DDD mod seçiminde en önemli kriter olan sinüs düğümü fonksiyonuna ek olarak hasta bazında bireysel değerlendirme yapılmalıdır.; Purpose: VDD pacemaker system is composed of a battery and a lead, that stimulate the ventricle by sensing the atrium, providing synchronized activity between them in case of atrioventricular block. DDD pacemaker system, on the other hand, does this job by two leads in the AV block patients. DDD pacing has become a more preferred modality nowadays, because of the concerns about a possible need for atrial pacing in long term and developments in battery softwares and lead technology. In our study, we aimed to compare the clinical follow ups of patients who previously had a VDD pacemaker implanted to themselves with DDD patients by the clinical information and changes in left ventricular function that we obtain from previous clinical records.
Methods: Our study included 1238 VDD or DDD mode patients out of a total number of 2025 pacemaker patients, who came to emergency room or polyclinics of İstanbul Bilim University Department of Cardiology, with a diverse set of clinical situations and had their pacemaker implanted between 1985-2014. Demographic variables and data such as left ventricular systolic functions before and after pacemaker implantation, complications, pacemaker dependencies, follow up times, rhythms before and after pacemaker implantation, potential problems that may be related to pacemakers and additional interventions, valvular pathologies, coronary artery disease, whether a revascularization was performed and data about the clinical follow up were evaluated.
Results: There was no significant differences between the groups concerning age, hypertension, diabetes mellitus, heart failure and coronary artery disease (p>0,05). When echocardiographic data was compared, basal EF, end diastolic diameter, end systolic diameter and mean pulmonary artery pressure was similar in the two groups. The left atrial diameter was smaller in VDD patients compared to DDD patients (p=0,05). When mitral regurgitation was classified as mild to moderate and severe, there was a significant difference between the groups, while aortic insufficiency rates were similar. There was a significant decrease of ejection fraction (p<0,001) and increase of LV end systolic diameter (p<0,001), LA size (p<0,001) and systolic PAP (p<0,008) in VDD group. LV end diastolic diameter on the other hand, showed no significant difference when base and control measurements were investigated. Similarly in the DDD group there was a significant decrease in LV EF and increase in LV end diastolic diameter, LA size and systolic PAP levels. (p<0,0001).
When statistics were repeated including only the patients whose reason for pacemaker implantation was complete AV block, again a significant decrease in LV EF levels in both pacemaker groups (p>0,0001). When DDD group was divided into two groups according to whether the lead was implanted to RVA and RVNA, RVA group had a significantly higher EF (p<0,05). Both RVA and RVNA groups had a significantly decreased EF in the control echocardiographies when compared to base EFs, with p<0,001 and <0,022 respectively. When rhythms in the last controls of the patients that could be reached were evaluated, VDD patients were the patients who retained their sinus rhythms mostly. On the long term, when we take the complications such as tamponade, infections and pneumothorax into concern, there was no significant difference between the two groups (p>0,05). DDD PM upgrades were performed to 7 patients (%1,5) who previously had a VDD PM implanted. In the comparison of the two groups when EF of 40% and 45% were taken as a cut off level for systolic dysfunction, there was no significant difference.
Conclusion: Both VDD and DDD pacemaker patients have LV EF decreases and LV diameter increases on the long term. Clinical surveys and complication frecuencies were not different in the two groups. However, it is observed that when all the patient group was taken into account, DDD mode has shown no advantages over VDD and also shown disadvantages as low battery life or when in the case of atrial fibrillation. In addition to the evaluation of sinus node function, which is the most important criterion for AV block patient in the determination of VDD or DDD, individualized evaluation should be done at patient level.
İstanbul Bilim Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı
2015-01-01T00:00:00ZSık ventriküler erken vuruları olan hastalarda, sol atriyum hacimlerinin gerçek zamanlı üç boyutlu ekokardiyografi ile ve sol atriyum fonksiyonlarının “speckle tracking” kaynakli “strain” inceleme yöntemi ile değerlendirilmesi.Ercan, Mehmet Gültekinhttp://hdl.handle.net/11446/8112020-11-15T12:32:40Z2015-01-01T00:00:00ZSık ventriküler erken vuruları olan hastalarda, sol atriyum hacimlerinin gerçek zamanlı üç boyutlu ekokardiyografi ile ve sol atriyum fonksiyonlarının “speckle tracking” kaynakli “strain” inceleme yöntemi ile değerlendirilmesi.
Ercan, Mehmet Gültekin
Giriş ve Amaç: Sık ventriküler erken vuruları (VEV) olan hastalarda sol atriyumda (SA) yapısal ve fonksiyonel değişiklikler görülebilir. Çalışmamızda, koroner arter hastalığı (KAH) olmayan, sık VEV ve sol ventrikül (SV) ejeksiyon fraksiyonu (EF) normal olan hastalarda,
SA yeniden şekillenmesinin gerçek zamanlı üç boyutlu ekokardiyografik (3BE) hacim analizi ve “speckle tracking ekokardiyografi” (STE) kaynaklı “strain” inceleme yöntemi ile gösterilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmamıza, 24 saatlik ritm monitorizasyonu ile belirlenmiş sık VEV olan 41 hasta (ortalama yaş: 45.74±3.34 ve % 55 erkek) ve yaş ve cinsiyet olarak uyumlu 20 sağlıklı kontrol dahil edilmiştir. Sol ventrikül sistolik fonksiyonları konvansiyonel ekokardiyografik parametreler ile incelenmiştir. Gerçek zamanlı 3BE analizinde, rezervuar (RV), konduit (CV) ve kontraktil (AV) fazlar sırasında LA hacim ölçümleri yapılmıştır. ST kaynaklı analizlerde, SA global sistolik “strain” (S), erken diyastolik “strain rate” (ESRd) ve geç diyastolik “strain rate” (GSRd) parametreleri incelenmiştir.
Sonuçlar: Sol ventrikül diyastol sonu çapı, sistol sonu çapı ve EF değerleri açısından hasta ve kontrol grupları arasında anlamlı bir farklılık saptanmamıştır.Sık VEV olan hastalarda, kontrol grubuna gore, LA RV (41.3±2.67 ml, 30.9±4.67 ml; p=0,0001), CV (21.48±1.61 ml,
18.50±2.78 ml ; p=0,0001) ve AV ( 11.78±1.61 ml, 9.35±2.27 ml; p=0,0036) değerlerinde anlamlı artış saptanmıştır. “Strain” analizlerinde ise LA global sistolik S (% 9.97±1.01, %
33±2.71 ,p=0,0001), ESRd (1.67±0.32 s¯¹ , 2.22±0.64 s¯¹ ; p=0,01) ve GSRd (2.48±0.2 s¯¹
,3.1±0.2 s¯¹ ; p=0,001) parametrelerinin kontrol grubuna göre anlamlı olarak azalmış olduğu görülmüştür.
Sonuç: Sık VEV olan hastalarda, korunmuş LV EF ‘na rağmen LA yapısı ve fonksiyonları bozulabilmektedir. Yeni inceleme yöntemleri olan gerçek zamanlı 3BE ve STE kaynaklı S ve SR inceleme metodları bu hasta grubunda LA fonksiyonlarındaki bozulmanın preklinik dönemde saptanmasını sağlamaktadır.
İstanbul Bilim Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı
2015-01-01T00:00:00ZMitral anüler kalsikasyonun endotel fonksiyon bozukluğu, karotis intima – mediya kalınlığı ve serum fetuin-A düzeyi ile ilişkisiZiyrek, Murathttp://hdl.handle.net/11446/2252020-11-15T12:40:47Z2010-01-01T00:00:00ZMitral anüler kalsikasyonun endotel fonksiyon bozukluğu, karotis intima – mediya kalınlığı ve serum fetuin-A düzeyi ile ilişkisi
Ziyrek, Murat
Giriş: Mitral anüler kalsifikasyon (MAK), mitral kapak anulusunun dejeneratif
kalsifikasyonu ile karakterize bir hastalıktır. Temel patoloji, mitral anulusda
kollajen yapının fibröz yapıya dönüşümü, lipid birikimi ve ardından gelişen
kalsifikasyondur. Koroner arter hastalığına (KAH) benzer şekilde MAK
gelişiminde de aterosklerotik mekanizmaların rol oynadığı düşünülmektedir.
KAH’ nda da endotel fonksiyonlarının bozulduğu ve karotis intima mediya
kalınlığının (KĐMK) arttığı gösterilmiştir. Plazma glikoproteinlerinden birisi olan
fetuin-A, patolojik kalsifikasyonun en önemli inhibitörlerinden birisidir.
Amaç: Çalışmamızda; MAK ile kardiyovasküler hastalık risk faktörleri, endotel
fonksiyon bozukluğu, KĐMK ve serum fetuin-A düzeyleri arasında ilişki olup
olmadığını incelemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Hastanemiz kardiyoloji servisinde yatan ve koroner anjiografi
ile kanıtlanmış koroner arter hastalığı olan hastalar incelendi. Dahil edilme
kriterlerine göre yasları 45-86 arasında değişen (ortalama 64.9±8.2), transtorasik
ekokardiyografide MAK’ ı olan 40 hasta ile olmayan 40 hasta, toplam 80 hasta
çalışmaya dahil edildi. Endotel fonksiyonu, brakiyal arter ultrasonografisi ile
endotel bağımlı vazodilatatör yanıt (EBVY) ve nitrat bağımlı vazodilatatör yanıt
(NBVY) ölçümleri yapılarak değerlendirildi. Karotis arter ultrasonografisi
yapılarak her iki taraftaki ana karotis arter posterior duvarından 3’ er kez KĐMK
ölçüldü ve bu ölçümlerin aritmetik ortalamaları alındı. Hastalardan 12 saatlik
açlık sonrası alınan kanlarda fetuin-A düzeyi ve diğer biyokimyasal parametreler
bakıldı.
Bulgular: Demografik ve biyokimyasal veriler karşılaştırıldığında, her iki grup
arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. MAK grubundaki ortalama
EBVY kontrol grubundakinden istatistiksel olarak anlamlı derecede daha
düşüktü. MAK grubundaki KĐMK 1.13±0.2 mm iken kontrol grubunda
0.94±0.3mm idi. Aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı idi. MAK grubundaki
ortalama serum fetuin-A düzeyi 2.9±0.1 ng/ml iken kontrol grubunda 3.0±0.2
ng/ml idi. Aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı idi. EBVY ile serum fetuin-A
düzeyi arasında güçlü derecede bir korelasyon saptandı. KĐMK ile EBVY arasında
güçlü derecede, serum fetuin-A düzeyi arasında ise orta derecede negatif
korelasyon saptandı. HsCRP ile EBVY arasında güçlü derecede negatif
korelasyon saptandı. Regresyon analizleri sonucunda serum fetuin-A düzeyi ve
KĐMK’ nın MAK için bağımsız risk faktörleri olduğu saptandı. Serum fetuin-A
düzeyi için 2.93 ng/ml kestirim değerinin %72.5 duyarlılık, %62.5 özgüllükle,
intima mediya kalınlığı için ise 1 mm kestirim değerinin %67.5 duyarlılık, %65
özgüllükle MAK tanısı koymada kullanılabileceği tespit edildi.
Sonuç: Çalışmamız sonucunda; oluşumunda ateroskleroza benzer
mekanizmaların rol aldığı MAK’ ın, endotel fonksiyon bozukluğu, KĐMK ve
serum fetuin-A düzeyleri ile ilişkili olduğunu bulduk. Bu bulgular MAK ile
koroner arter hastalığı arasındaki ilişkiyi açıklayabilir. Ayrıca serum fetuin-A
düzeyi ve KĐMK’ nın, MAK tanısı koymada kullanılabilecek bağımsız
parametreler olduğunu saptadık. Sonuç olarak, ekokardiyografik inceleme ile
kolayca tanısı konulabilen MAK’ ın, tüm dünyada sıklığı gittikçe artan KAH’ nın
erken belirteci olarak kullanılabileceğini düşünmekteyiz.; Introduction : Mitral anular calcification (MAC) is a disease characterized by
the degenerative calcification of the mitral valve annulus. Basic pathology is the
transformation of collagen structure of mitral annulus to fibrous structure, lipid
deposition and then calcification. It’ s thought that atherosclerotic processes are
playing role in the progression MAC, just like coronary artery disease (CAD).
It’s known that the endothelial dysfunction occurs in CAD and carotis intima
media thickness (CIMT) is raised. Fetuin-A is one of the plasma glycoproteins
which is the most important inhibitor of pathological calcification.
Objectives : In this study, we examined association between MAC and
endothelial dysfunction, CIMT, and serum fetuin-A levels
Materials and Methods : Subjects are selected from our hospitalized patients,
who had CAD proved with coronary angiography. According to the inclusion
criteria, their ages were between 45-86 (mean 64,9±8,2) with 40 subjects having
MAC in trans torasic echocardiography.and 40 subjects without MAC.
Endothelial functions were assesed by endothelial derived vasodilatatory response
(EDVR), and nitrate derived vasodilatatory response (NDVR) in brachial artery
ultrasound. CIMT were measured from posterior wall of the bilateral common
carotis artery with the help of ultrasonographic examination and avarage value
was obtained. Serum fetuin-A and other biochemical parameters were examined
in the 12 fasting blood.
Results : There were statistically significant difference in biochmical and
demographic findings. EDVR was significantly lower in MAC group. Avarage
CIMT in MAC group was1,13±0,2 and 0,94±0,3 in control group. The difference
was statistically significant. There was a strong positive correlation between
EDRV and serum fetuin-A. There was a strong negative correlation between
CIMT and EDRV, moderately negative correlation between CIMT and serum
fetuin-A level. 2,93 ng/ml cut-off value for serum fetuin-A level can be used to
diagnose MAC in % 72,5 sensitivity and %62,5 specificity. On the ather hand 1
mm cut-off value for CIMT can also be used to diagnose MAC in % 67,5
sensitivity and %65 specificity.
Conclusion : In this study, we confirmed that MAC development is a similar
process with atherosclerosis. That may be because MAC is a form of
atherosclerosis. MAC is closely related with CIMT and serum fetuin-A level. This
finding can explain the relation between MAC and serum fetuin-A. On the other
hand serum fetuin-A and CIMT can be used as independent parameter diagnosis
of MAC. In cocnclusion, MACcan be diagnosed easily with echocardiography
and can be used as an early determinant of CAD which is an increasing antity in
the world.
İstanbul Bilim Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı
2010-01-01T00:00:00Z